Dogville

(Henüz düzenlenmemiş bir metin olmakla birlikte belki birilerinin işine yarar düşüncesiyle yayınlıyorum)

2003 yapımı Lars von Trier imzalı film daha derin bir incelemeyi hak etmekle birlikte temelde kötülük problemi ile ilgili olduğunu görmekteyiz. Antik Yunan düşünme döneminden beri pek çok düşünürün dünyada kötülüğün doğuş sebepleri ve insanın özü üzerine öne sürdüğü fikirleri olduğunu biliyoruz.
Bu filmde açığa çıktığı üzere bu konu düşünme ile ya da teori ile çözülebilecek salt felsefi bir problem değildir. Filmin karakteri Tom’un da önem verdiği üzere örnekleme gerektirir. Çünkü konuya biraz daraltarak Çevre Psikolojisi açısından baktığımızda bile iyi-kötü karşıtlığının ve insan davranışlarının sosyal ve fiziksel çevre ile ilgili olduğunu anlayabiliyoruz.  İnsan deneyimlerinden yola çıkarak davranışlarını şekillendirmeye başlıyor.
Mahremiyet, mekana aidiyet ve kendileme kavramları ile filmi incelemeye geçelim;

Öncelikle Dogma95 akımının manifestosuna aykırı bir yol izlenmiş olması beni şaşırttı. Doğal mekan ve doğal çekim teknikleri olması gerektiğini savunan bir sinema akımı olduğunu hatırlıyorum. Dogville de ise kasabada doğal olan neredeyse hiçbir şey yok. Tamamen tiyatral düzende oluşturulmuş bir platform (set)  var. Dağlar dekor. Evlerin duvarları ve kapıları yok. Sadece “alanı” belli eden yer çizgileri ve orada oturanın toplumsal kimliğini meslek üzerinden bize verebilecek bir iki eşya var. O kadar…  Evlerde kendileme örneği olabilecek bir dekorasyon ya da düzenleme de mevcut değil. “ Bu şekilde bir yerleşim alanında “mahremiyetten” nasıl bahsedilebilir ki?” Diye düşünürken aslında insanların olmayan kapıların arkasındakileri görmediklerini fark ettim. Muhtemelen bu durum biz izleyiciler için düşünülmüş… Karakterler birbirlerinin evlerinin içlerini görmüyorlar  ya da kasabanın imajı gereği birbirlerine o kadar uzaklar, o kadar etliye sütlüye  karışmıyorlar ki başka yere  “bakmıyorlar”.  Dışarıdan bakınca dostça ama o kadar da yakın olmayan bir yaşamları var.
Grace’in kasabaya gelişini ilk sezen köpek Musa’nın ilkel bir koruma dürtü ile havlaması kasabayı evini sahiplendiği ve bir “yabancı” nın tehlike oluşturabileceği düşüncesini veriyor.  Peşi sıra olanlar, kasabalının Grace’e  karşı tutumları da aslında Musa ile örtüşüyor denilebilir. Ortada bir yerli-yabancı , biz ve öteki ikilemi var. Ve orası büyük şehir değil. Biz bugün bir yerden bir yere göç ederken oranın yerlilerinin “onay vererek” bizi kabullenmesini beklemiyoruz. Bu bir sosyalizasyon ya da sosyal uyum süreci olarak işliyor. Ama kasaba küçük bir yerleşim yeri, başı belada birini korumak ve saklamak konusunda sorumluluk almak istememeleri ve zoraki de olsa ortak karar alma becerileri başlangıçta kasaba halkının birbirlerini sevdiği ve orayı sahiplendiklerini düşündürüyor.  Zor şartlar altında orada yaşıyor olmaktan memnun gibi bir halleri var. Grace ise her nereden geliyorsa, elinden kaçtığı adamlara teslim edilmemek ve bu kasabaya “ait” hissedebilmek için her şeyi yapacak durumda… Para için ya da lüks için değil kendisini sevsinler diye ya da kasabalı, “ ora”lı olmak için “ihtiyacımız yok” diyen kasabalının günden güne türeyen her işine koşuyor. Bir yere ait hissedebilmek ya da bir topluluğun parçası olabilmek için ödenen bir bedel ya da çaba görüyoruz.  Nakliyeci Ben’e bile garajını evi gibi hissetmesini sağlıyor, çeşitli düzenlemeler yaparak, ihtiyacı olan eşyaları ona hazırlayarak ve yemek bırakarak… Fakat filmdeki alan kullanımı, ne olursa olsun bu evleri mahrem alan olarak algılamamıza engel… Sürekli grup mekanı ya da kamusal mekandalar gibi duruyor…
Grace kendini kasabalıya kabul ettirene kadar nerede uyudu, nerede kaldı, nerede üstünü değiştirdi bilmiyoruz. “Ne zaman evi olacak bu kızın?” diye bekledim görene kadar. Çalışmaya para kazanmaya başlayıp bir eve sahip olunca( alana ve yatağa ) , kasabalılarla özdeşleştirdiği bibloları toplamaya başlıyor Grace… Bu da onun kendini kasabaya ait hissettiğini, onları sevdiğini gösteriyor. Vera’nın bibloları kırması onun evini kendilemesine, hayatını orada kurmasına, kasabaya aidiyetine bir karşı çıkış ve bir diğer açıdan, bibloları kırarak kasabalının iyi imajını silmiş oluyor Grace’in gözünde...  
İnsan ve hayvanlar arasındaki farkı ya da benzerliği, zaaf meselesi üzerinden ilk dillendiren Chuck. Grace’e insanların da hayvanlar gibi doyumsuz olduğunu söylüyor. Grace’in varlığını kendileri için tehdit olarak gören ve kızın gitmek istemediğini fark eden kasaba halkı kızın bu zayıflığını kullanıp, eskiden ihtiyaçları bile olmayan ya da kendilerinin yaptıkları her türlü işlerini ona yaptırıyor ve kıza kötü davranıyorlar.  Hatta sonradan gelmiş olduğunu oranın yerlisi olmadığını söyleyerek onu aslında kabul edemediklerini ima ediyorlar.  Kızın sonradan babasının kibir diye adlandıracağı, benim de izlerken tahammülüne çokça “ iyi niyeti”  ise bunları uzunca bir süre affediyor ve mazur görüyor. Ta ki filmin son bölümünde bu yapılanların hata olduğu kabul ediliyorsa, karşı taraf affetse bile, anlayış gösterse bile, asla “savunulamayacak” şeyler olduğunu fark etmesine kadar…  Kasabada yaşananlar “sosyal çevrenin etkisi “ denebilecek şekilde Grace’in tavrını ve düşüncelerini değiştirmesine neden oluyor. Grace yokken herkesin kültüre bağlı kendi halindeki yaşamı, Grace’in kasabaya gelişinin ardından ilkelleşiyor çünkü… 

Mahremiyeti görebileceğimiz bir sahne de kör adamın perdelerinin sürekli kapalı olması. Gözlerinin görmediğini herkesten saklamış. Aslında perde kapatmak yalnız kalmak istemek mahremiyet arzusuna bir gösterge sayılabilir. Bu adamda biraz melankoli de etkili…


Sahip olma dürtüsünün erkeklerde özellikle kadın bedenine yönelik olduğunu görüyoruz. Filmde neredeyse kasabanın tüm erkekleri Grace’e karşı böyle bir yönelme içindeler. Ama bu bir malı sahiplenme gibi olmuyor. Zor durumdan faydalanma ve anlık isteğini yerine getirme üzerine kurulu bir sisteme dönüşüyor. Grace’in kendisi ile ilişkiye girmek isteyen Tom’a söylediği de bu… “Bu şekilde faydalanarak aşkın hak ettiği aidiyeti veremeyiz birbirimize” düşüncesi sanırım…

Yorumlar